T.C. AMASYA BELEDİYESİNE BAĞLI MÜZE VE ÖREN YERLERİ

1-Şerafettin Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi Tarihçesi

Bimarhane’nin kuzeyindeki Taçkapı üzerindeki inşa kitabesine göre; 708 H./ 1308 M. yılında İlhanlı sultanı Olcayto Mehmed (Huda-bende) ve eşi İlduz (Yıldız) Hatun zamanında yaptırıldığı söylemektedir. İnşa tarihi Taçkapı ve duvar hücreleri üzerindeki kitabeye göre Bimarhane’ye 1308 yılında yapımına başlandığı ve 1309 yılında tamamladığını söylemektedir. Dârüşşifanın günümüze ulaşmamış vakfiyesinin 712’de (1312) düzenlendiği de bilinmektedir. “Büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi Bimarhane’den «Miskinler Tekkesi» diye bahsetmektedir ki; Evliya Çelebi'nin eseri gördüğü sıralarda burasının delilere tahsis edildiği ve bundan dolayı da buraya miskinler tekkesi denildiği zannedilmektedir. Hakikat halde bir tıp medresesi olan eserde tahsil yapmış birçok tıp âlimi ve medresede hocalığa tayin edilmiş tabiplerin bulunduğunu kaynaklardan öğrenmekteyiz. 1693-1708-1747-1800-1809 ve 1815 tarihlerine kadar medrese reisliğine bazı kimselerin tayin edildiği kaydedildiğine göre, XIX. Yüzyıl başına kadar medrese ve şifahane faaliyet göstermiştir. Yapının Yeri Bimarhane Amasya il merkezinde yer alır. Konum olarak ise medresenin güneyinde Mehmet Paşa Caddesi, batısında Sabuncuzade sokak, güneyinde Atatürk caddesi, doğusunda Habibe sokak bulunmaktadır. Eski adıyla Yâkutiye mahallesinde, Samsun Bağdadi Caddesinde üzerindedir. Yeşilırmak’a paralel olarak uzanan cadde kenarında medrese plan şemasında inşa edilmiştir. Yapının Banisi Dârüşşifanın portali üzerinde portal nişini üç yönde tek satır halinde dolanan Arapça kitâbesinden, yapıyı 708/1308-1309 tarihinde, İlhanlı Hükümdarı Sultan Olcaytu Mehmed Han’ın karısı İlduş Hatun’un kölesi olan Anber b. Abdullah ile Anadolu Emîri Ahmed Bey’in inşa ettirdiği söylemektedir. Ancak yapının mimarı hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Kitabesinin Türkçesi “Bu mübarek Darüşşifayı büyük sultan, dinin koruyucusu ve dünyanın zafer sahibi Olcayto Mehmet Han’ın – Allah onun saltanatını baki kılsın – Saltanatı döneminde ve büyük melike İlduş Hatunun – Allah onun hamiyetini yüceltsin – ilk günlerinde, zayıf kul Amber bin Abdullah yaptırdığı için Allah onu başarılı ve saltanatını yüce kılsın. Allah onun hayrını kabul etsin. Anadolu emiri. Tarih H. 708 (1308 M.) Şerafettin Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi ve Taç Kapı 800 yıllık mimarisiyle Anadolu ve Avrupa’daki ilk akıl hastanesidir. Müzenin asıl ismi Bimarhane’dir, Amasya Darüşşifası, Amasya Tımarhanesi olarak anılmış, bilinen bir diğer ismi de Anber Bin Abdullah Şifahanesidir. Kitabesinde ilgilere dayanarak 1308-1309 yılında İlhanlı Hükümdarı Sultan Olcayto Han döneminde eşi Yıldız Hatun’un kölesi Anber Bin Abdullah’ın inşa ettirdiği düşünülmüştür. Yapılan araştırmalar sonrası 1308 yılında Amasya’ya gelen İlhanlıların bu kadar kısa sürede bu yapıyı inşa edemeyecekleri anlaşılmış ve bu yapının Selçuklu Sultanı I. Alâeddin (Keykubat) döneminde 1222-1237 yılları arasında yapıldığı düşünülmüş olup Osmanlı arşivlerinde Sultan Alâeddin Darüşşifası olarak geçmektedir. Ortaçağ Anadolu süsleme sanatında taş işçiliğine oldukça önem verilmekteydi. Amasya Bimarhane taç kapısı Anadolu’nun süsleme sanatı açısından çok önemli bir yere sahiptir. Mukarnas kavsaralı taç kapıda kenar bordürlerinde geometrik geçmeler, yıldız motifleri, bitkisel rumi, lotus, palmet ve sülüs hatta yazılmış süsleme unsurları görülmektedir. Taç kapı birbirine geçmeli taşlardan oluşur, bunun sebebi ise Amasya’nın birinci derecede deprem bölgesinde olmasıdır, herhangi bir sarsıntı anında yapıyı sağlam tutmak amacıyla bu şekilde yapılmıştır. Kilit taşı üzerinde; ayakları üzerinde çömelen insan figürlü bir kabartma vardır. Sabuncuoğlu Salonu İlk yapıldığı dönemde burası sadece akıl hastanesi ve şifahane olarak kullanılmış, ,Osmanlılar zamanında Sabuncuoğlu Şerafeddin ile cerrahi niteliği kazanmıştır. Sabuncuoğlu Şerafeddinden bahsetmek gerekirse; 1385 yılında Amasya’da doğmuş, öldüğü tarih olan 1470 yıllarına kadar Amasya’da yaşadığı tahmin edilmektedir. Dedesi Hacı İlyas, babası Ali Çelebidir. Dedesi; Sultan Çelebi Mehmet döneminde hekimik yapmış, kendisi ise Fatih Sultan Mehmed dönemini Amasyadaki başhekimidir. Cam fanuslarda 172 adet Sabuncuoğlu Şerafeddin’in kullandığı aletlerin tıpkı imitasyanları bulunmaktadır. Aletlerin sap kısmı birbirinden farklıdır. Bunun sebebi o dönemde ameliyattan anlayan yardımcısı bulunmuyor ve ameliyata tek giriyor ve aletleri daha kolay tanıyabilmek için bu şekilde aletleri birbirinden ayırabiliyordu. Burada Sabuncuoğluna ait iki önemli kitap bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi 83 yaşında yazmış olduğu “Cerrahiyyetül Haniyye” adlı kitabıdır. Kitabın önemli özelliği hem minyatürlü bir anlatım olması hem de Türkçe yazılmasıdır. Hangi ameliyatın nasıl yapıldığı, hangi aletlerin kullanıldığını hem görsel hem de yazılı olarak bizlere aktarır. İkinci kitabı ise 85 yaşında kaleme aldığı “Mücerrebname” adlı kitabıdır. Bu eserin konusu ise; ilaçların etkileri, kullanım alanlarına göre yapılmış ve en çok kullanılandan en az kullanılana doğru bir sıra takip edilerek hazırlanmıştır. Yine bu eserde hayvanlar ve insanlar üzerinde ve ya bizzat kendi üzerinde denediği ilaçların hazırlanışını ve kullanılışını açıklamıştır. Eserleri dönemin padişahı olan Fatih Sultan Mehmed için hazırlamıştır. Kitapların bir nüshası İstanbul Milet Kütüphanesinde, bir nüshası Fransa Paris Bibliyoteq kütüphanesindedir. Bu dönemde çok fazla insan yılan sokmasından hayatını kaybediyordu. Sabuncuoğlu Şerafettin bir panzehir geliştirir ve bunu test etmek ister. Zehirli yılanı getirtir ve elini ısırtır. Sonra bu panzehirden şerbet yapıp içer ve yılanın ısırdığı yere panzehirden sürer. Yılan zehrinin vücudunda bir etkisi kalmadığını söyler. Zehri kendi parmağında denemesi onun ilacına ne kadar güvendiğinin ve cesaretinin de bir kanıtıdır. Panzehir tazeliğini ve etkisini ölçmek için bu kez de bir horoz üzerinde deney yapar. Horozun bacağındaki tüylerini yolar ve yılana üç kez ısırtır. Yine panzehirden horoza yutturur ve ısırttığı yere sürer. Hayvanlar üzerinde de etkili olan panzehirin başarısı bir kez daha kanıtlanmış olur. AVLU İlhanlılar zamanında ortada şadırvan usulü bir avlu olduğu bilinir ve etrafında akıl hastalarını oturtup su sesi ile tedavi ederlermiş. Daha sonra Osmanlı zamanında hastalar makamsal müzik ile tedavi edilmeye başlanır. Burada Hanende (söyleyenler), Sazende (çalanlar) olmak üzere haftanın 3 günü hastalara fasıllar verilirmiş. SABUNCUOĞLU KLİNİĞİ Sabuncuoğlu’nun eğitiminin usta-çırak geleneğine göre eğitim aldığı bilinmektedir. Kendisi iyi bir medrese eğitimi aldığı ve 18 medresesi bulunmaktadır. Bir çok yöntemle beraber (cerrahi, kırık-çıkık) hastalarının çoğuna dağlama tedavisi uygulamaktadır. Dağlama tedavisi, tedavi edilecek bölgenin yakarak iyileştirilmesidir. Bu ağrılı işlemlere tahammül edemeyenler için adamotu kökü ve badem yağı karışımı uygulanmıştır. Daha sonra kendi hazırladığı merhemlerle yaranın üzerini kapatarak tedavisini uygulamıştır. Burada ki yardımcısıdır. Hastanın bileğinden nabız atışına göre hastalığın nerede olduğunu anlar ve buna göre tedavi edilirmiş. Bu tablo Sabuncuoğlu’nun yapmış olduğu dokuz yüz mimiğidir. Burada bize ameliyattan önce ve sonra duygularını yansıtmış, aynı zamanda usta bir minyatürcüdür. MÜZİK TEDAVİ SALONU Bu salonumuzda akıl hastalarının tedavisinde kullanılan müzik aletleri bulunmaktadır. Hastaların tedavisinde kullanılan müzik dört ayrı makamdan oluşur. Bunlar vakitlere göre, tenlere göre, hastalara göre ve burçlara göre olmak üzere 4 ayrılıyor. Buradaki temsili su sesi tedavisidir. İçerisinde su akan 8 ayrı ince ipten her biri aşağıdaki su dolu hazneye damladığında farklı bir tını verir. Ses titreşimlerinin doğrudan beyin dokularına etki ettiği düşüncesi; ruh hastaları üzerinde müzikle tedavi uygulanmasını sağlanmıştır. Amasya Darüşşifası’da dünya akıl hastalarının müzik ve su sesiyle iyileştirdiği ilk yer olmasıyla önemli bir yere sahiptir.

2-Ferhat ve Şirin Âşıklar Müzesi

Müze Amasya-Tokat karayolu üzerinde bulunmaktadır. Yapımı 2013 yılında tamamlanmış olup 14 Şubat 2014 yılında hizmete açılmıştır. Dünyada ve Türkiye de ilk ve tek bütün âşıkları içerisinde bulunduran müzedir. 60 metre boyunda 7 metre genişliğinde kurulmuş tematik müzedir. 8 odası ve 8 ayrı hikâyesi ile her odaya ait farklı fon müzikleriyle sizleri Beşer-i Aşktan İlah-i Aşk’a yolculuk yaptıracak bir müzedir 1.ODA: FERHAT İLE ŞİRİN EFSANESİ Ferhat dönemin önemli nakkaşıdır. Mehmene Banu Sultan, kız kardeşi Şirin için yaptırdığı köşkün süsleme işini Ferhat’a verir. Ferhat köşkte çalışırken Şirin’i görür ve birbirilerine sevdalanırlar. Ferhat Şirin’i Sultandan ister. Sultan kız kardeşini Ferhat’a vermek istemez. Bir şart öne sürer, Ferhat’ı oyalamak için Elma Dağını delip şehre su getirmesini ister. Ferhat Şirin’e olan sevdasını verdiği aşkla kabul eder ve başlar işe koyulmaya. Haberi alan Amasya halkı Ferhat’ın yanına gider ve bu aşktan vazgeçmesini, bu şartı yerine getiremeyeceğini söylerler. Ferhat o esnada elindeki külüngü dağa vurduğu anda ufacık kaya parçası dağılır etrafa. Aşkından aldığı güçle etraftakilere derki: ‘ Gördünüz mü? Çoğu bitti azı kaldı.’ Mehmene Banu Sultan bir duyar ki Ferhat şehre suyu getirmek üzere… Hemen dadısıyla başka bir plan yaparlar. Evde un helvası kavurup tabağa koyarlar ve dadısıyla Ferhat’a gönderir. Dadısı Ferhat’ın yanına giderek Şirin’in öldüğünü ve helvasını getirdiğini söyler. Ferhat duyduğu sözler karşısında kendisinden geçer ve külüngü havaya fırlatır. Külünk Ferhat’ın başına düşer ve oracıkta hayatını kaybeder. Amacına kavuşan dadı koşarak Şirin’e gider ve Ferhat’ın öldüğünü söyler. Bu haberi duyan Şirin Ferhat’ın yanına gider ve Ferhat’ın öldüğünü görünce o acıya dayanamaz ve kayalıklardan kendini atarak can verir. Her iki sevgiliyi can verdikleri kayalıklarda yan yana gömerler. Derler ki; her bahar mevsimi iki mezar üzerinde biri beyaz biri kırmızı iki gül açarmış. Bu iki gül tam birbirlerine kavuşmak üzereyken mezarlarının ortasından karaçalı çıkar ve mezarlarında bile kavuşmalarını engellediği rivayet edilir. 2.ODA: KEREM İLE ASLI EFSANESİ Birçok yerde yaşandığı söylenen bir efsanedir. Çünkü aşk uğruna il il, diyar diyar dolaşmışlardır. Kerem’in babası İsfahan padişahın, Aslı’nın babası keşiştir. (padişahın yardımcısı) İsfahan padişahın hanımı ile keşişin hanımı saray bahçesinde çocukları olmadığından dolayı birbirlerine dert yanarken o esnada bir veli konuşmalarına kulak misafiri olur. Kendilerine iki tane elma fidanı vererek fidanları bahçeye dikmelerini ve meyvelerini yedikleri anda Allah’ın izniyle çocuk sahibi olacaklarını söyler. Aradan zaman geçer elma ağacının biri kururken öteki elma ağacı büyür fakat bir tane meyvesi vardır. İki anne elmayı ortadan keserek paylaşıp yerler. Aradan zaman geçer ve bir elmanın yarısı olan Kerem ile Aslı dünyaya gelir. Çocuklukları birlikte geçer ve gençlik yıllarında birbirlerine âşık olurlar. Kerem, Aslıyla evlenmek ister fakat Aslı’nın ailesi gayrimüslim olduklarından dolayı kızlarını vermek istemezler. Bir sabah erkenden kalkıp kızlarını da yanına alıp saraydan kaçarlar. Kerem ise ailesini ve sarayı arkasında bırakarak Aslı’nın peşine düşer. Diyar diyar, il il dolaşır ve Aslıyı bulur ve evlenirler. Fakat evlendiklerinin ilk gecesi Kerem yatağında göyneğini ve fistanını çıkarmak üzereyken Aslı’nın annesi öyle bir büyü yapar ki düğmeler tekrardan iliklenir. Birkaç kez dener başaramaz. Daralır, yorulur ve öyle bir ah çeker ki ağzından çıkan ateşle yanmaya başlar. Aslı Kerem’ini söndürmek için ona su verir fakat ateş daha da güçlenir. B ir kaç dakika da Kerem yanarak küle döner. Olay karşısında aklını yitiren Aslı Kerem’in küllerini süpürgeyle bir araya toplar ve başucunda ağlarken küllerden çıkan kıvılcım Aslı’yı saçlarından tutuşturur ve o da yanar ve küle döner. Birbirlerini ölümüne seven bu âşıkların cennette kavuştukları söylenir. 3.ODA: LEYLA İLE MECNUN EFSANESİ Arap ülkelerinde yaşandığı söylenen bir efsanedir. Orada isimleri Leyla ile Kays diye geçer. Leyla ile Kays ilkokul yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan aşkı duyan Leyla’nın annesi, Leyla’yı okuldan alır ve Kays ile görüşmelerini yasaklar. Ailesi leylayı zengin ve itibarlı bir tüccarla evlendirmek ister. Ayrılık ızdırabı ile mahvolan kaysa halk arasında mecnun ismi verilir ve mecnun diye anılmaya başlar. Mecnun aşkından çöllere düşer ve gördüğü her şeye leylaya olan aşkını anlatır. Dedesi bu duruma çok üzülür ve mecnunu kabeye götürür. Mecnunun bu aşktan kurtulması için dua etmesini söyler. Ancak mecnun tam tersine leylaya olan aşkını daha çok artması için dua eder. Bu öyle bir duadır ki zamanla leylaya olan aşkı ilahi aşka dönüşür. Artık Mecnunun dünyayla olan bütün bağlantısı kesilir ve ruhuyla yaşar hale gelir. Mecnunun ahı tutmuştur ve leylanın evleneceği zengin tüccar ölür. Leyla ise Mecnununu bulabilmek için çöllere düşer. Bir bakar ki mecnun dua eder vaziyettedir. Yanına gider, dizlerine kapanır fakat mecnun artık onu görmez. Der ki; ‘’yürü Leyla git başımdan ben Mevla’yı buldum.’’ Leyla mecnunun ulaştığı mertebeyi anlar ve evine döner. Leyla bu acıya daha fazla dayanamaz ve ölür. Mecnun, Leyla’nın ölüm haberini alır ve mezarına gider. Mezarını kucaklayarak öyle bir dua eder ki Allah‘u Teâlâ onunda leylanın mezarı başında canını alır. 4. ODA: ROMEO VE JULİET EFSANESİ William Shakspeare’ in eseridir. Verona şehrinde yaşanmış bir aşk hikâyesidir. Romeo, Rosalin’e âşık olmuştur. Rosaline onun aşkına karşılık vermez çünkü kendisi rahibedir. Bu duruma Romeo üzülür ve acı çekmektedir. Aradan zaman geçer ve Romeo bir şölene davet edilir. Davette Juliet’i görür ve dansa kaldırır. Dans ederken göz göze gelen iki genç birbirlerine âşık olurlar. Daha sonradan öğrenirler ki düşman iki ailenin çocuklarıdırlar. Ailelerinden habersiz gizlice kiliseye giderek evlenirler. Aileler bundan habersiz Juliet’i evlendirmek ister. Juliet ise bir bahane bularak rahibin yanına gider ve bu duruma bir çözüm bulmasını ister. Rahip Juliet’e bir iksir hazırlayacağını, nikâh esnasında iksiri içip iki saat uyuyacağını etrafındaki davetlilerinde onun öldüğünü düşünüp nikâhtan ayrılacağını söyler. Plan Romeo’ya ulaştırılmak istenir fakat ulaşamaz. Juliet nikâh esnasında iksiri içip uykuya dalar. Etrafında ki misafirler onun canına kastettiğini düşünerek onu yüksek bir yere kaldırıp yatırırlar. Romeo Juliet’in evlendirildiği haberini alır, kiliseyi basar ve Juliet’i o şekilde görünce öldüğünü düşünür. Juliet’in yanına uzanır ve yüzüğünde bulundurduğu zehri içerek hayatına son verir. Uykuda olan Juliet uyandığında Romeo’yu yanında ölmüş birşekilde görür ve Romeo’nun belindeki hançeri alıp kalbine saplar ve orada ölür. 5. ODA: ANADOLU ÂŞIKLARI Aşk olur da onları dillerden dillere dolaştıran aşıklarımız olmaz mı? Müzemiz evrensel bir müzedir etrafımızda görmüş olduğumuz gezegenler aşkın ölümsüzlüğünü, üzerine bastığımız yer ise dünya üzerinde birçok aşkı sazıyla, sözüyle, şiirleriyle, deyişleriyle konu edinmiş değerli ozanlarımızım yaşadığı Türkiyemiz, ortada görmüş olduğunuz ağaç ise sağlamlığı, dayanıklılığı ve uzun ömrüyle Osmanlı ve Anadolu’yu simgeleyen çınar ağacıdır. Kökleri atalarımızı, dalları ise bizler yani gelecek nesillerimizi simgeler. Anadolu da toplumun öncüsü olmuş bir gelenek halka mal olmuş bir kültürdür aşıklık. Bu kültüre ışık tutan, gezmiş olduğumuz odalarda ki aşkları, sazları, sözleri ile bu günlere taşıyan ‘Ben giderim adım kalır’ diyen ÂŞIK VEYSEL, DADALOĞLU, ÂŞIK MAHSUN-İ ŞERİF VE KÖROĞLU dur. 6. ODA: MİMAR SİNAN VE MİHRİMAH SULTAN Osmanlı zamanı İstanbul ‘dayız. Kanuni Sultan Süleyman kızı Mihrimah Sultan için Üsküdar da bir cami yaptırmak ister. Mimarları n şahını yanına çağırarak emreder. Bir rivayete göre Mimar Sinan o esnada dünyalar güzeli Mihrimah Sultanı görür ve âşık olur. Fakat bu duygusunu kimselere söyleyemez. Mihrimah Sultan’ın bile asla haberi olmamıştır bu aşktan. Kanuni Sultan Süleyman kızını Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa’ya verir. Maşukuna kavuşamamış olan Mimar Sinan ise aşkını eserlerine yansıtır. Bundan dolayıdır ki Üsküdar da Mihrimah Sultan adına yaptığı camiyi öyle bir yapar ki Kubbeleri Mihrimah Sultan’ın omuzlarına dökülen saçlarını anımsatır, her tarafının aydınlık olması ise ona duyduğu aşkı haykırır. Bir de Edirne Kapı’nın en yüksek tepesine kendi imkânlarıyla bir cami yapar. Orada ise yalnızlığını, bir adet incecik kubbesi üzerinde 161 pencere Mihrimah Sultan’ın iç güzelliğini yansıtır. Aşka adanmış bu iki eserini yaparken 21 Mart tarihini ele almıştır. 21 Mart tarihinde Edirne Kapı’nın en yüksek tepesinde bulunan Mihrimah Sultan Camii minareleri arasından güneş batarken ‘MİHRİ’, Üsküdar da bulunan Mihrimah Sultan Camii minareleri arasında ayın doğması ‘MAH’ Mihrimah Sultan ismini ifade eder. Güneşin batışı ile ayın doğuşu ile yansıyan ışınlar gökyüzüne ulaşarak Mihrimah Sultan’ın simasını oluşturur ki bu bir tesadüf değildir. Tamamen mühendislik harikasıdır. Ayrıca 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür. 7. ODA: YAVUKLU KÜLTÜRÜ Anadolu da ‘yavuklu’ sevgili, yar, eski dilde ise nişanlı namzet demektir. Yabancısı olmadığımız daha düne kadar en masum en güzel aşkların yaşandığı adına şarkılar, şiirler yazılan hediyeleşmenin, mektup alıp vermenin adıdır köylerde yaşanan yavuklu kültürü… Bir tarafta bir köy evi; divan-ı sediri, yemek yenilen sinisiyle bir tarafta ise köy meydanı, köy meydanında olmazsa olmazlarından çeşme bulunur. Genelde köylerde genç kızlarımız evde su olsa bile kovadaki suyu gizlice boşaltarak su doldurma bahanesiyle çeşmeye koşar. Koyar kovayı çeşme altına gözler arar yavukluyu, sevgiliyi… Su doldurmak bahanedir aslında. O su dolar taşar… Onların amacı ise büyüklerinin yanında saygısızlık olarak karşılanmasın diye yüzlerine bakamadıkları yavukluyla buluşmak, görüşmek, mektuplaşmak ve hediyeleşmektir. Aşkın en yalın hali en gerçekten duyguların yaşanmışlıklarına şahit olmuştur o çeşme. 8. ODA: İLAHİ AŞK BÖLÜMÜ Bir kümbeti çilehaneyi andıran odamız 12 ayrı sütundan oluşur. Her bir sütun yılın her bir ayını temsil etmektedir. Bu aylarda yapılan dualar gökyüzüne ulaşarak üzerimize rahmet ve bereket olarak yağmaktadır. Bu odaya gelirken hep aşktan bahsettik. Aşk aslında Allah’a açılan bir kapıdır. O kapı sevgisiyle, hoşgörüsüyle, inancıyla, doğruluğuyla aralayarak düstur edindiği Allah sevgisini anahtar yapıp açan insan ayrımı yapmaksızın ‘Yaratılanı severim Yaratandan ötürü’ düşüncesiyle gönüllere yer eden; Yunus Emre, Hoca Ahmet Yesevi, onun öğrencilerinden Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi… Bizler bir nevi bu odaya ‘Arayan Bulur’ odası diyoruz. Gönül sultanları arayıp Mevla’yı bulmuş olan Allah dostlarıdır. Bizlerinde aramaya katlığımızda Mevla’yı bulanlardan olmamız dileğiyle.

3. Şeyh Hamdullah Hüsn-i Hat ve Yazı Tarihi Müzesi

Giriş Kat Amasya da şehzadelik yapmış padişahların isimleri ve tuğraları merdivenin karşısındaki ayet; Kalem suresinin ilk ayeti Nûnvel kalemi ve mâyesturûn (Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına) Nun hokka ve kalemi temsil ediyor. 1.Kat Amasyalı Şeyh Hamdullah dönemi hattatları ve içerisinde Şeyh Hamdullah'ın da yetiştirdiği talebeleri olan 27 tane hattatın isimleri bulunmaktadır 1.Fanus (yazının ortaya çıkışıyla ilgili teoriler) Her toplum kendi taptıkları tanrıların yazıyı icat ettiğine inanıyor. Bir diğer yaklaşımda ise yazı mezopotamyada ortaya çıktı ve toplumlar alıp kullandı. Modern yaklaşımda ise her toplum ihtiyaçları doğrultusunda yazıyı icat etmiştir. İslami yaklaşıma göre ise; ayetlerden ve hadislerden yola çıkarak Allah (c.c) yarattığı ilk şey kalemdir ve kaleme yaz diyor kalem ne yazayım dediğinde ise kaderi yaz diyor.4 peygambere ise suhuf gönderiliyor. Bu suhufların yazıya aktarıldığı fakat ne tür yazı olduğu bilinmiyor. Hz. Âdem’in tüm bilgilere sahip olan ilk insan olduğu bakara suresinde bildirilmiştir tarihe geçen tefsir kitaplarında kalemi ilk kullanan peygamberdir. Yazı yaratılışla vardı fakat yazı şekli bilinmiyordu. Tüm bu teorilerle birlikte tarihte bilinen ilkyazı Sümerlerin kullandığı olarak biliniyor. 2.Fanus Girit tapu belgesi, A harfinin gelişimi, Hitit arazi bağış belgesi, linear A ve linear B yazı örnekleri, maya glifleri ve papirüs örneği bulunmaktadır. HARİTA Medeniyetlerin kullandığı yazı ve harita üzerindeki dağılımı verilmiştir 3.Fanus 13. yüz yıla kadar yaşamış olan inkaların kullandıkları Quıpu düğüm yazısı Göktürk yazıtlarından örnekler ve Arap alfabesinin gelişimi verilmiştir. İĞNELİ KALIP ''İlle edeyhuu'' yazılı ışıklı levha (hattı yazıp hat yazısının kenarlarını iğne ile delip kömür tozu ile eserin kopyasını alıyor.) ASRISAADET Peygamber efendimizin Gassani Melikine ve yalancı peygamber Müseylemetü’l-Kezzâb’a yazdırdığı mektubu, tekasürhümeze ve tebbet sureleri Hz. Osman, Hz. Ali Mushaflarından oluşmaktadır. Bu eserlerin orijinali Topkapı Sarayında bulunmaktadır. ARA DÖNEM Hat sanatının gelişimindeki ekol olan eserlerin günümüz hattatları tarafından yapılan taklitleridir. Taklit diğer sanat dallarında kusur olarak bilinir ama hat sanatında üstünlük göstergesidir. Bir hattat öğrencisinin icazetname alabilmesi için en son yapacağı ders bir üstadın eserini taklit edebilmesidir. FANUSLAR 30 Eski yazma eserlerin bulunduğu ve içlerinde tıpkıbasım olan fanuslar. MALZEME FANUSLARI Hat sanatında kullanılan yazı malzemeleridir. Tezhip ve Ebru sanatında kullanılan malzemeler. HASAN ÇELEBİ Şuan yaşayan en yaşlı hattatın yazmış olduğu eserdir. Hattalar kendi aralarında yaşayan en yaşlı hatta da reisülhattatin derler. Hasan çelebi bu esri yazarken 12 kâse altın kullanmıştır. Müsenna (aynalı teknik) ile yazmış olduğu eserde (biz ona şah damarından daha yakınız ayeti yazmaktadır.) HUTUTU MMÜTENEVVİYEL Farklı yazı şekillerinin bir araya geldiği Besmele-i şerif-in yazılı olduğu tablodur. 2.Kat Şeyh Hamdullah'ın hayat hikâyesini anlatan pano: Şeyh Hamdullah 1426-1430 tarihi tam bilinmemekle birlikte Amasya’nın eski adı Eslem Hatun, yeni adı Dere Mahallede doğmuştur. II. Beyazıt Amasya'da şehzadelik yaptığı dönemde Şeyh Hamdullah'dan hem hat üzerine hemde okçuluk üzerine ders almaktadır. II. Beyazıt İstanbul'a padişah olarak giderken beraberinde Şeyh Hamdullah'ıda özel kalemi olarak götürüyor. Ona İstanbul'da da meşk haneler açmıştır. Burada eğitim vermeye devam etmiştir. Kuran'ı Kerim yazımı yapmaya devam etmiştir. Şeyh Hamdullah Yakutu el Mustasimi usulünde yazmaktadır. II. Beyazıt bunun üzerine Topkapı sarayındaki Yakut el Mustasimi tekniğiyle yazılmış olan eserleri getiriyor ve bizim artık kendimize ait bir yazı tekniğimizin olması gerekiyor diyor Şeyh Hamdullah köşesine çekilerek çalışmalar yapıyor. Bu çalışmalar sonucunda Şeyh Hamdullah kendine has yazı üslubunu ortaya koyuyor. Fanus 5 farklı yazı tekniğiyle yazılmış eserler.(kufi, nesih, rika, celisülüs, talik) Bu bölümde görmüş olduğunuz eserler günümüz hattatları tarafından yazılmış özgün eserlerdir. Şeyh Hamdullah bölümünde gördüğünüz eserler ise Şeyh Hamdullah'ın eserlerinin günümüz hattatları tarafından yazılmış olan taklitleridir. Orijinalleri Topkapı Sarayında, Sakıp Sabancı Müzesi ve cami kitabelerinde görülmektedir. Aklamı Sitte (hattatlar silsilesi) II. Bayezid ilim ve sanata, bilhassa hat sanatına gösterdiği büyük ilgi ve destekle Şeyh Hamdullah’ın etrafında yeni ufukların açılmasını sağlamıştır. Nitekim, “Yâkūt elMüsta‘sımî’nin itina edip yazdıklarını görmemişsiz” diyerek hazineden yedi adet Yâkūt yazısı çıkarıp Hamdullah Efendi’ye vererek, “Bu tarzdan gayri bir vadi ihtirâ olunsaydı iyi olurdu” diye tavsiyede bulunmasından sonra Şeyh Hamdullah’ın kendi üslûbunu ortaya koyduğu bütün kaynaklarda belirtilmektedir. İslâm milletlerinin an‘anevî sanat anlayışları ve zevkleriyle en güzel klasik formlarını bulan yazı nevilerinde, üstat ve muhitlere göre farklı özellikler gösteren pek çok hat mektebi arasında Şeyh Hamdullah ekolü en uzun süre yaşamıştır. Hamdullah Efendi’nin klasikleşen formları, kendisini takip eden üstatlar tarafından harflerin tenâsüp, duruş ve terkipleri güzelleştirilerek birçok kol ve tarza ayrılmış, günümüze kadar bütün İslâm dünyasında hâkim bir hat mektebi olarak devam etmiştir. Şeyh Hamdullah mektebiyle aklâm-ı sittenin bütün nevilerinde olgunluk çağı idrak edilmiş, mushaf, cüz, murakka‘, kıta ve kitaplarda yeni bir anlayışla hat sanatının en güzel örnekleri verilmiştir. Hamdullah Efendi’nin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan aklâm-ı sitte murakka‘ları (Emanet Hazinesi, nr. 2083, 2084, 2086) bu altı nevi yazıdaki gelişmeyi gösteren en güzel örneklerdir. Hamdullah Efendi’nin sanat hayatında Amasya ve İstanbul olmak üzere iki dönem vardır. Yâkūt üslûbunun hâkim olduğu başlangıç devri yazılarını Amasya’da, kendi üslûbunu ortaya koyduğu eserlerini ise İstanbul’da vermiştir. Başlangıç yazılarına (evâil) örnek olarak gösterilen Topkapı Sarayı Müzesi (III. Ahmed, nr. 1996) ve Süleymaniye (Ayasofya, nr. 3740) kütüphanelerinde kayıtlı eserleriyle Yâkūt’un İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (AY, nr. 6680) kayıtlı mushafı mukayese edilirse nesih yazıda üslûp benzerliğini görmek mümkündür. Ancak İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan olgunluk devrine ait (evâhir) mushaf (AY, nr. 6662) ve diğer örneklerle adı geçen başlangıç eserleri karşılaştırıldığında Hamdullah Efendi’nin nesih yazıda yaptığı yenilikler açık bir şekilde ortaya çıkar. Nesih hattının Şeyh Hamdullah mektebiyle insanda hayranlık uyandıracak derecede güzelleşmesi ve kolay okunan bir yazı haline gelmesi kitap ve mushaf yazısı olarak tercih edilmesine sebep olmuştur. Mushaf metni sadece nesihle yazılarak metinde devamlılık ve okumada kolaylık sağlanmış, muhakkak, reyhânî veya aklâm-ı sittenin karışık olarak kullanıldığı Yâkūt tertibi mushaf kitâbeti zamanla terkedilerek yerine bütün İslâm dünyasında Şeyh Hamdullah’ın geliştirdiği nesih hatla mushaf yazma geleneği hâkim olmuştur. Ayrıca sayfa düzeni ve satır araları en güzel ölçülerini bulmuş, mushaf yazısına zarafet, sadelik, devamlılık ve sevimlilik gelmiştir. Eserlerinin çoğunu murakka‘ ve kıta olarak veren Şeyh Hamdullah koltuklu sülüs-nesih kıtanın Türk zevkine uygun şekil ve ölçüsünü de ortaya koymuştur. Daha sonra gelen bütün hattatlar onun kıtalarındaki ebat, şekil ve metin özelliklerini kâğıt rengine varıncaya kadar taklit etmişlerdir. Umumiyetle sülüs ve nesih yazıların işlendiği Şeyh Hamdullah mektebinde zamanla reyhânî ve tevkī‘ terkedilmiş, muhakkak, besmele kitâbetinde, rik‘a ise “hatt-ı icâze” adıyla hattat ketebelerinde, ilmiye icâzetnâmelerinde ve kitapların ferâğ kayıtlarında kullanılmıştır. Şeyh Hamdullah tavrında harflerin tenâsübü, aralıkları, kelimelerin satıra oturuş vaziyetleri yeniden düzenlenmiş, akıcılık, kıvraklık, sevimlilik ve canlılık getirilmek suretiyle Yâkūt tarzı yazılardaki durgunluk giderilmiştir. Yâkūt üslûbu, Kanûnî Sultan Süleyman devrinde hattın güneşi olarak kabul edilen Ahmed Şemseddin Karahisârî istisna edilirse Şeyh Hamdullah mektebinin yaygınlaşmasıyla devrini tamamlamış, bütün hattatlar Şeyh Hamdullah vadisinde yazmaya gayret etmişler ve bu vadide başarılı olanlar, “Şeyh gibi yazdı” ifadesiyle takdir edilmişlerdir. Nesih yazıda klasik üslûbun kanunlarını koyan Şeyh Hamdullah’ın eserlerinde ilk bakışta canlılık, bütünü meydana getiren unsurlarda uyum ve birlik göze çarpar. Yâkūt üslûbunda kelimelerin birbirini itip birbirinden kaçmak istemelerine karşılık Şeyh Hamdullah üslûbunda birbiriyle kaynaşan harflerle kelimeler satır nizamında tek bir gövde gibi yer alır. Yâkūt mektebinde nesihte olduğu gibi sülüste de harflerin gövde yapıları, biçim ve oranları ortaya konmuştur. Ancak harflerin nisbetlerinde görülen tereddüt ve bocalama Şeyh Hamdullah mektebiyle ortadan kaldırılmış, harfler klasik nisbetlerini bulmuştur. Ayrıca harf gövdelerinin duruşu değişmiş, satır ve sayfa nizamında birliğini bulamamış sülüs yazı, Şeyh Hamdullah ekolünde dağınık ve gevşeklikten kurtularak bütünleşmiştir. Şeyh Hamdullah aralarında sultan, şehzade, devlet adamı, âlim, meşâyih ve şairlerin de yer aldığı pek çok talebe yetiştirmiştir. Tezkirelerde adı geçen kırk üç talebesi arasında oğlu Mustafa Dede ile damadı Şükrullah Halife, Şeyh Hamdullah mektebinin önemli temsilcileridir. Hamdullah Efendi’den sonra gelen Osmanlı hattatları da onun vadisinde yürüyüp yeni üslûb ve şiveler yaratmışlardır. Mehmed Handan, Ali b. Mustafa, Behrâm b. Abdullah, Hüseyin Şah, Câfer Çelebi, Sultan Korkut, Mehmed b. Ramazan, Receb b. Mustafa, Mahmud Defterî ve Mustafa b. Nasûh onun başarılı talebelerindendir. Ayrıca Derviş Mehmed, Hasan Üsküdârî, Hâlid Erzurûmî, Derviş Ali, Mustafa Suyolcuzâde, Hâfız Osman, Seyyid Abdullah Hâşimî, Hoca Mehmed Râsim, Kazasker Mustafa İzzet, Mehmed Şefik, Mehmed Şevki gibi meşhur hattatlar Şeyh Hamdullah mektebine canlılık ve yenilik kazandırmışlardır.Şeyh Hamdullah ile çağdaşları Abdullah, Celâl ve Muhyiddin Amâsî, Mustafa Dede, Ahmed Karahisârî ve Bursalı Şerbetçizâde İbrâhim Efendi Anadolu’nun yedi hat üstadı (esâtîze-i Rûm) olarak kabul edilmiştir. Osmanlı hat mektebinin teşekkülünde önemli hizmetleri olan bu sanatkârların her biri verdikleri eserler ve yetiştirdikleri talebelerle çevrelerinde geniş bir hat muhiti meydana getirmişlerdir. Bunlar, Yâkūt el-Müsta‘sımî’nin de içinde bulunduğu yedi üstada (esâtîze-i seb‘a) karşılık Anadolu’nun yedi büyük sanatkârı sayılmıştır. Müze, kütüphane ve özel koleksiyonlarda aklâm-ı sitte ile yazılmış pek çok eseri bulunan Şeyh Hamdullah’ın kırk yedi mushaf, 1000 kadar En‘âm, Kehf ve Nebe’ sûreleri, evrâd, ezkâr ve dua mecmuası, tûmâr, kıta ve murakka‘ yazdığı nakledilmektedir. Bu eserler arasında meşk için veya ticarî gayelerle Şeyh Hamdullah taklit edilerek yazılmış olanlar varsa da bunları onun yazılarından ayırmak güçtür. Bugün çeşitli müze ve kütüphanelerde Şeyh Hamdullah ketebeli veya başka bir hattat tarafından ona ait olduğu belirtilen otuz mushaf, elli En‘âm ve cüz, 121 murakka‘ ve kıta ile bazısı Fâtih Sultan Mehmed için istinsah edilmiş tıp ve hadise dair sekiz kitap, altı adet dua mecmuası bulunmaktadır.

4- Harşena Kalesi Ören Yeri

Amasya Kalesi, Amasya il merkezinin kuzeyini kaplayan Harşena Dağı üzerindedir. Harşena Kalesi adıyla da bilinir. Amasya Kalesi’nin üzerinde inşa edildiği kaya denizden 700 metre Yeşilırmak’tan ise 300 metre yüksekte bulunmaktadır. Bazı tarihçilere göre kaleyi Pontus Kralı Mithridates yaptırmıştır. Bazılarına göre ise Kumandan Karsan veya Harsana yaptırdığı için kale Harşana/Harşena ismini almıştır. HARŞENA KALESİ ÖREN YERİ 2015 YILINDA “UNESCO DÜNYA GEÇİCİ MİRAS LİSTESİ’NE” GİRMİŞTİR. 2020 YILINDA AMASYA BELEDİYESİ “UNESCO DÜNYA DAİMİ MİRAS LİSTESİ’NE GİRMEK İÇİN ÇALIŞMARINI BAŞLATMIŞTIR. Amasya Kalesi, tarihi mücadeleler içinde birçok kez el değiştirmiş ve bunların çoğunda tahrip olmuştur. Persler, Romalılar, Pontus ve Bizanslıların egemenlikleri döneminde birçok saldırıya uğrayan kale her seferinde yeniden inşa edilmiştir. Kale 1075’te Türklerin Amasya’yı fethetmesinden sonra önemli bir onarım görmüştür. 18'inci yüzyıla kadar kullanılan kale, bu yüzyıldan sonra askeri önemini kaybetmiştir. Kalenin tepe noktası kesme, sur duvarları moloz taşlardan yapılmıştır. Yeşilırmak’ın kıyısına kadar sekiz savunma kademesine sahip olan kalede Cilanbolu adı verilen ve kalenin orta yerinde yüksekçe bir yerden kayaya oyulmuş 150 basamakla aşağıya inilen 8 metre çapında bir dehliz vardır. Kalede sarnıçlar, su depoları, Osmanlı Dönemi'ne ait hamam kalıntıları ve kayaya oyulmuş Pontus Kral Mezarları bulunmaktadır. Sur duvarlarının önemli bir kısmı ayakta kalmıştır. Kale, İçeri Şehir (Hatuniye Mahallesi), Kızlar Sarayı ve Yukarı Kale olmak üzere üç bölümden oluşur. Yeşilırmak kıyısı boyunca, İstasyon Köprüsü ile Hükümet köprüsü arasında uzanan yaklaşık 800 metrelik bir alanı kaplayan Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak’ın kuzeyinden yükselen antik sur duvarları üzerinde Amasya Evleri, hamamlar ve camiler inşa edilmiştir. Aşağı Kale olarak da adlandırılan bu bölüme Alçak Köprü’den, İstasyon Köprüsü’nden, Sultan Bayezid Camii karşısında bulunan Madenüs Köprüsü’nden ve Hükümet Köprüsü’nden girilebilmektedir. Kızlar Sarayı demiryolu ile İçeri Şehir’den (Hatuniye Mahallesi) ayrılmıştır.

5-Kral Kaya Mezarları ve Kızlar Sarayı Ören Yeri

Helenistik dönemde, Amasya’yı İÖ.333’den İÖ.26’ya kadar başkent olarak kullanan Pontus Krallarına ait olan Kral kaya Mezarları, Harşena Dağı’nın güney eteklerine, kalker kayalara oyularak yapılmıştır. Hatuniye Mahallesi’nin dar sokaklarından ve tren yolunu geçerek çıkılan mezarların arasında, kayaya oyulmuş yollar ve merdivenler bulunmaktadır. Yeşilırmak Vadisi boyunca, irili ufaklı 21 mezar olduğu bilinmekle birlikte bunlardan sadece birkaç tanesi günümüze gelebilmiştir. Kaya Mezarlarının içlerinden çok, arkalarına oyulmuş geçitler dikkat çekicidir. Bu bölgedeki büyük mezarlardan birinin yanında, nehre kadar uzandığına inanılan bir tünelin başlangıcı bulunmaktadır. Kalker kayalara oyularak yapılan bu mezarlar yapı ve büyüklükleri itibarıyla kente hakim bir noktadadırlar. Kral Kaya Mezarlarının en büyüğü, galeri ve merdivenlerle çıkılan, batı yönündeki en son mezardır. Bu mağaranın yüksekliği 15m, genişliği 8m, derinliği ise 6m’dir. Mezar odasına girişi, diğer mezarlardaki kapılardan daha yüksektir. "Büyük Kral Mezarı" olarak da adlandırılan mağara, cephe itibariyle pek çok tahribata uğramıştır. Kızlar Sarayı üzerinde yer alan üçlü kral mezarı birbirine çok yakın oyulmuştur. En solda yer alan mezar, ortadaki mezar sahibini gölgede bırakmak amacıyla ön plana çıkarılmıştır. Kızlar Sarayı’nın alt kısmında ve Demiryolu tünelinin hemen üzerinde bulunan mezar da, diğerleri gibi, blok kaya oyularak yapılmıştır. Diğer kaya mezarlarından farklı olarak, etrafı oyulmamıştır. Ayrıca mezar odasına çıkmayı kolaylaştıracak taş merdivenler de yapılmamıştır. Mezar odasının sağ ve sol kenarlarında yapılan sütunlar daha sonra kırılmıştır. Mağaraların bütününde görülen kapaksız, 2-3 metre arasında değişen yükseklikte, kapıya benzeyen girişler, bu mağaraların ortak özelliğidir. Mağaraların etrafı geniş biçimde boş bırakılmasının amacı da, bazı mezarların tavaf edilmesi, bazılarında da kayalardan sızan suların hava ile temasını ve mezar odasının korunmasını sağlamaktır. Kral Kaya Mezarları bazı dönemlerde hapishane ve cezalandırma mekanı olarak da kullanılmışlardı. Örneğin VI. Mithridates, kendisi ile yapılan barış görüşmelerinde zorluk çıkaran Romalı elçileri, Demiryolu geçidinin hemen üzerinde yer alan mezara hapsetmiştir. 1075’te Amasya’yı fetheden Melik Ahmed Danişmend Gazi, mezarların içindeki Pontus devrinden kalma gömüleri kaldırtmış. Yine o dönemde, Hıristiyan keşişlerin bu mağaralarda inzivaya çekildikleri bilinmektedir. Kızlar Sarayı, Hatuniye Mahahallesi olarak bilinenen İç Kale'nin üzerinde ve Helenistik Çağ'da Mitradat (Pontus) Krallığı'na yakalaşık 250 yıl başkentlik yapmış olan Amasya'da bu krallığın sarayları ile beş adet kaya mezarları ve kralı mezarlıklarının bulunduğu bu bölge içerisinde; Helenistik Çağ, Roma, Bizans Dönemleri ile Orta Çağ sur duvarları bulunmaktadır. Son yıllarda bölgede yapılan arkeolojik kazılarda; Roma, Doğu Roma (Bizans) ve Selçuklu ve Osmanlı yapı harabeleri açığa çıkarılmaktadır. 1146 yılında Selçuklu Sultanı I. Mesud bu bölgede bir cami, medrese hamam ve saray yaptırmış bölgedeki hamamlar halen ayakta olup gezilebilmektedir. I. Mesud yaşamının bu sarayda sürdürmüştür. Osmanlı Dönemi'nde 15'inci yüzyılda II. Bayezid'ın Kapıağası Firuz Ağa tarafında yapılmış bir haremi (Kızlar Sarayı) ile 16'ncı yüzyılda İsfendiyar Çelebi'nin oturduğu bir saray bulunmaktadır. Kızlar Sarayı, 150 yıldan uzun bir süre Osmanlı şehzadelerine, hatunlarına ve valilerine mekan olmuştur. 1852 yılına kadar faal bir biçimde hizmet vermiştir. I.Mithridates Ktistes (Kurucu) Mezarı M.Ö.301-266 Bölgeye inşa edilen 5 Kral Kaya Mezarlarından ilkidir. Mezar odasının içerisinde Kral ve ailesinin defin edilmesi ve mezar hediyelerinin konulması için tasarlanmış oldukça geniş ‘U’ şeklinde ölü yataklar bulunur. Arioborzan Mezarı M.Ö.266-256 I.Mithridates Ktistes’in oğlu Pontus İmparatorluğunun ikinci Kralıdır.Mezarının etrafı dehlizle çevrilidir.B dehlizle birlikte daha büyük anıtsal görünen mezar,Pontus inanç sisteminde yaşanan farklılıkları anlatır. Dehlizde mezar odasının yılın belirli günlerinde tavaf edildiği ve dolayısıyla ölen Kralın ilahlaştırıldığı anlaşılır. Mezarın tonoz üzerine sıva ile yapılmış freskleri bu mezarın Bizans döneminde ‘Şapel’(küçük kilise, ibadet yeri) olarak kullanıldığı gösterilir. I I.Mithridates Mezarı M.Ö.256-222 Pontus Krallığının üçüncü kralının mezarıdır. Arioborzan’ın mezarı ile aynı özellikleri taşır. Mezar odasının zemininde mermer ya da ahşaptan bir lahidi taşıyacak çukurluk bulunur. Mezar tonoz yüzeyinde ki fresk izleri, bu mezarın Bizans döneminde şapele çevrildiğini, ateş izleri ise daha geç dönemlerde ise sığınak olarak kullanıldığını gösterir. III. Mithridates Mezarı M.Ö.200-195 Mezar Pontus Kralı sarayların batısında bulunur. Etrafında ‘U’ şeklinde 20 metre uzunluğunda bir dehliz bulunmaktadır. Bu mezar diğer mezarlarda olduğu gibi ölü tapınma geleneğinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Mezar odası zemininde lahidin yerleştirildiği 10cm derinlikte mermer lahit yuvası bulunmaktadır. Mezar odasının iç beden duvarında ki beyaz renkli badana ve sonradan oluşan duman isi ikinci kullanımlarla ilgilidir. I.Pharnakes M.Ö.18 Mezar Pontus Kralı I.Pharnakes için oyulmaya başlanmış fakat Amasya’nın Romalılar tarafından işgal edildiği için defin işlemi gerçekleştirilememiştir. Bu mezar Amasya’da Pontus döneminde yapılan en büyük ve en son Kral Kaya Mezarıdır. Kızlar Sarayı 15.yy inşa edilmiş iki tane hamam bulunmaktadır.Yukarıda ise antik çağda yapılmış kale mezarı bulunmakta ve iç kalenin uzantısıdır. Selçuklu döneminde Amasya’ya gelen İsfandiyar Bey ‘in torunu Doğrak Hatun için yaptırılmıştır. Daha sonra Amasya’yı bir üs gibi kullanan İsfandiyar Beyleri; Kızlar Sarayında yaşamışlardır. Saray 150 yıldan uzun bir süre Osmanlı Şehzadelerine, Hatunlarına ve Valilerine iskan olmuştur. 1850 yılından sonra terk edilmiştir