Page 238 - 6-8
P. 238

Hüseyin Hüsâmeddîn YASAR
               Amasya Tarihi 6-8. Cilt                                                                    Hüseyin Hüsâmeddîn YASAR

               Osmanlı Pâdişâhlarının an’anevî ruhuyâtına vâkıf olmadığını göstermektedir.
                     Osmanlı  pâdişâhlarının  hal’ine  teşebbüs  ve  hizmet  edenleri  halefleri  asla  sevmezler,
               işbaşına getirmezler. Mümkün [765] olduğu kadar İstanbul’dan uzaklaşdırırlar. Hele mübâşeret
               edenleri er geç her halde i’dâm iderler. Sultân Osmân-ı Sânî, Sultân İbrâhim, Sultân Mustafa
               Sânî, Sultân Ahmed-i Sâlis, Sultân Selîm-i Sâlis vak’alarında zî-medhal olanların akıbetleri
               târîhen ma’lûmdur.
                     Şâyân-ı hayretdir ki birâderi Mehmed Rüşdü Paşa, ser-asker Hüseyin Avni Paşa’nın hal’
               teklifine  karşı  cevab-ı  red  verdiğinden  dolayı  sadâret-i  uzmâyı  fedâ  ederek  nimet-şinaslık
               gösterdi. Kendisi tedkikât-ı şer’iyye riyâseti uğrunda bu hal’i kabûl ederek ahz-ı sâre kalkıştı.
               Bunun da akıbetini gördü.
                     Mahdûmları  Siraceddîn  İsmâil,  Halid  Ziya,  Mehmed  Cemal,  İbrâhim  Beylerdir.
               Siraceddîn Bey, mahrec-i mevâlîden olup mahkeme-i hukûk re’isi iken meşrûtiyyeti müte’âkib
               1326’da bilâ-veled vefât etdi. Konağı yanıb gitdi. Halid Ziya Bey mîr-âlây olup Nâfi’a nezâreti
               hey’et-i fenniyesinden iken karısı olan Alman bir kadının si’âyesiyle 1325’de Konya’ya nefy
               edildi. Altı mâh sonra orada [766] vefât etdi.
                     Mehmed Cemal Bey evkâf müdürlüklerinde hayli zaman dolaşıp şu kardeşlerinden evvel
               bilâ-veled vefât etdi. İbrâhim Bey tıbbiyye-i askeriyyeden muharrec bir doktor iken şu’ûr ve
               dimağı muhtel olduğu halde genç yaşında fevt oldu. Yalnız Halid Ziya Bey’in amcası Mehmed
               Rüşdü Paşazâde Hakkı Bey’in kerîmesinden mütevellîd Mehmed Fu’ad Bey adlı bir mahdûmu
               kaldı. Ceddînin metrûkâtına vâris oldu.

                     Ahmed Efendi-Sofu
                     Caniklidir. Canik nahiyesi dâhilinde Eğrikum adlı köy halkından Mustafa bin Osmân bin
               Abdullah bin İbrâhim’in mahdûmudur. 1258’de doğup 1275’de Amasya’ya tahsîl-i ulûm için
               geldi. İçerişehir’de Tekke Medresesinde ikâmetle İbikli el-Hâc Hasan Efendi’den altı yıl kadar
               okudu.
                     1281’de mûmâ ileyhin Hicâz’a azîmetinde Şirvânî el-Hâc Mustafa Efendi’nin dersine
               devam ve ondan ikmâl-i tahsîl ederek icâzet-nâme aldı. Bir müddet ders-i âm olup te’ehhül
               ederek  ders  okutdu.  Medresesi  civârında  bir  evceğiz  edindi.  [767]  1296’da  Halîlesinin
               vefâtından  pek  müte’essir  oldu.  Ruhunu  tesliye  eden  bir  işâret-i  kutsiye  üzerine  tedrîs  ve
               te’ehhül fikrinden vazgeçti. O işâret-i kutsiyenin ta’yin etdiği yöne gitdi. Üveysî meşreb olup
               vefâtına kadar bu yoldan ayrılmadı.
                     1312  senesi  zilka’desinin  evâilinde  dâr-ı  kutse  irtihâl  etdi.  Vefâtından  hiçbir  kimse
               haberdâr olmadığından günlerce cesedi evceğizinde kaldı. Zilka’denin on ikinci gecesi şerik-i
               dersi olan Müftü el-Hâc Osmân Efendi’ye rüyâsında vefât etdiğini haber verip defn edilmesini
               söyledi.
                     Ertesi gün ulemâdan birkaç zât ile beraber Hacı Osmân Efendi, hânesine gidip girdi.
               Yorgan altında çıplak olan cesedinde ne dendân-ı fareden bir zarar ne de yazın sıcağına rağmen
               ufûnetden bir eser görülemedi. Cenazesi o gün kaldırılıp Çatal Hâfız Ahmed Efendi’nin yanına
               defnedildi.
                     Âlim, gâyet âbid, halîm, tam manasıyla zâhid, ortaboylu, bünyesi nahîf, seyrek sakallı,
               sarışın benizli yeşil cübbeli, beşûş, sukûtî-meşreb, mazınne-i [768] kerâmet bir zât-ı şerîf idi.
                     Merhûm ahyânen hediye kabûl ederdi. Fakat nüzûr ve sadakât almaz, ta’ayyüşüne akıl
               ermezdi. Sâ’imü’d-dehr olup ekser eyyâmda su ile iftâr iderdi. Gâyet latîf, sabûr, halûk idi.
               Sultân Bâyezîd Câmii avlusunda yukarı çınarın dibinde oturur, evkât-ı salâtı gözler. Uyur gibi
               gözleri yumuk dururdu. Ne güler, ne ağlar, ne de söylerdi. Hâlini kimseye sezdirmezdi.
                     Birgün  merhûmun  yanına  gitdim.  Terceme-i  hâlini  sordum.  Derhal  elimi  tutdu  ve
               buyurdu ki; “Sen ulemâ-yı ümmetin, a’yân-ı memleketin, vatanın târîhini yazıyorsun, bundan
               büyük  hayırlı  hizmet  olmaz.  Bâdi-i  mağfiretin  olur  inşâllah.  Lâkin  dikkat  ki  yazdıklarını
               yakmayasın, yangından sakın. Elinde yarısı bile kalsa yine bir menfa’atdir. Diğer yarısını sonra



                                                           233
                                                           237
   233   234   235   236   237   238   239   240   241   242   243