Page 282 - 6-8
P. 282

Hüseyin Hüsâmeddîn YASAR
               Amasya Tarihi 9-12. Cilt                                                           Hüseyin Hüsâmeddîn YASAR

                     Salıc  (جىلاس):  mürsel,  meb’ûs,  müşârün-ileyh  ma’nâsınadır.  Bunun  sîga-i  gâlibesi
               “salcımak”tır.  Mürsele,  meb’ûsa,  müşârün-ileyhe  galebe  eden  fi’l  u  hareket  demektir  ki
               takviyye olur. Tasfiye olur. Dilek ve ezâya da olur. Tam ma’nâsıyla Arabca “salc”dır. Sanıc
               kelimesinden “sancımak” gibi.
                     Selcük: yutmak, dermek, tathîr etmek ma’nâsına olan “selcimek, selcümek” fi’ilinin sıfat-
               ı mef’ûliyyesidir. Tâhir, pâk, latîfü’ş-şemâ’il, atiyye, me’kûl ma’nâsına olur. Buna “selcik” de
               denir.
                     Çünkü  Selcimek,  “Selüc,  Selic”  kelimesinden  yapılmış  bir  fi’ildir.  İnic  kelimesinden
               yapılan “incimek” gibi ki incinmek, incitmek bu fiilin lâzım ü müte’addîsidir.
                     Selic: Bir nesneyi rıfk u sühûletle çekip çıkarmak, çabuk anlamak, parlaklık, letâfet ü
               zerâfet [305] göstermek ma’nâsına gelmek vezninde “selmek” fi’linin sıfat-ı mef’ûliyyesidir.
               Diğer sıfat-ı mef’ûliyesi “selik”tir. Dîvân-ı Lugâtte “Selik er: er-racülü’z-zarîf” diye müfreddir.
               Latîf, nâzik, zarîf, hoş-gû âdem demek olur.
                     İşte bu “selic” kelimesinin sîga-i gâlibesi “selcümek, selcimek”tir. Latîf ü zarîfe, selîle,
               zekîye galebe eden fi’il ve hareket demektir ki “yutmak” olur. Vermek olur. Tathîr etmek olur.
               Bunun sıfat-ı mef’ûliyyesi “Selcük, selcik”tir.
               Salcuk  kelimesi,  Mâverâü’n-nehir  Türkleri’nin  dilinde  (قوجاس)  ve  Îrân  ve  Arab  lehçesinde
               “Selcuk”tur. Şu ma’nâlara ve isti’mâle nazaran “selcuk” kelimesi erkeklere ve selcük kelimesi
               kadınlara ism-i alem olmuşdur. Buna eski Türkler i’tina etdiğinden Çelebi Sultân kerîmesine
               Selcük Sultân dendi.

                     Selcük Sultân-Hâtun Sultân
                     Sultân Bâyezîd Hân-ı Sânî’nin Amasya’da tevellüd eden kerîmesi [306] olup meşâhîr-i
               ümerâdan Ferhâd Bey’in zevcesidir. İstanbul ve Siroz’da câmii ve medresesi vardır. Mahdûmu
               Hüsrev Şâh Bey de Bosna vâlîsi iken 948’de vefât etdi.

                     Sultânşâh-Şehzâde Celâleddîn
                     Amasyalıdır. Anadolu’da Selçukiyye son hükümdârı olan Sultân Gıyâseddîn Mes’ûd bin
               Sultân İzzeddîn Kevkavus-ı Selçukî şehzâdesidir. Pederinin irtihâlinde Amasya’da birâderi Sultân
               Tâceddîn  Altunbaş-ı  Selçukî  yanında  mukîm  iken  718’de  Şehzâdegân-ı  Selçuk’un  i’dâmları
               esnâsında kaçıp Karahisâr-ı şarkî emîri Behrâmşâh (Bayramşâh) nezdine gitdi. Orada on yıl kadar
               ihtifâ edib Çoban Noyin’in i’dâmında afv edildi. 745 sâlinden sonra vefât etdi. Buna “Melikşâh” da
               dendi.

                     Sultân Çelebi-Kutlu Beyzâde
                     Amasyalıdır. A’yândan ve Baba İlyas-ı Horasânî [307] evlâdından Uluşâh Çelebi bin
               Ahmed Şâh bin Hâce Ali Şâh bin Kutlu Bey’in mahdûmudur. Pederinin vefâtında Efte Çiftliği
               kendisine isâbet ve orada ikâmet ederek 826 sâlinden sonra vefât etdi. İnepazar nâhiyesi emîri
               bir hânedan idi. Mahdûmu eş-Şeyh Bâyezîd Ata meşhûrdur.

                     Sülûkî Mehmed Çelebi-Memî Çelebizâde
                     Amasyalıdır. “Memî Çelebi” demekle meşhûr Muhyiddîn Mehmed Çelebi bin İskender
               Bey bin sadr-ı esbak Halîl Paşa’nın ve ceddi Hâlil Paşa’nın vakıfları mütevellîsi Hamza Çelebi
               bin  Memî  Çelebi  mahdûmudur.  Amasya’da  kitâbet  ü  ma’ârif  tahsîl  edib  Şehzâde  Sultân
               Ahmed’in dîvânı ketebesinden oldu.
                     Şehzâde-i müşârün-ileyhin uhde-i emâretinde şu’arâsıyla edebî sohbetler ve mu’âşeretler
               ederek müreffeh bir hayat  yaşarken 918 senesi  saferinde Sultân Selîm’in cülûsuyla direngi
               bozuldu. Bir müddet münzeviyâne imrâr-ı evkât edib sonra İstanbul’a gitdi. [308]






                                                           275
                                                           281
   277   278   279   280   281   282   283   284   285   286   287